24 Şubat 2016 Çarşamba

ORDINARY PEOPLE
Robert Redford, 1980

     Sıradan sessiz bir başlangıç, yaşadığımız günlük hayatlar gibi... Matematiksel bir düzen içeren kusursuz bir müzik dinlerken; Pachelbel's Canon ile kusursuz doğanın kusurlu hayatlarımızı nasıl kucakladığını izliyoruz. Conrad bir bütünün parçası olarak güçlü hissediyor olmalı koroda şarkı söylerken. Belki de güç bulabildiği tek yer orası. Herşeyi eski sıradan haline döndürmeye çalışan bir baba (Calvin), herşey sıradanlığın kusursuzluğunu taşıyormuş gibi davranan bir anne (Beth) ve hiçbirşeyin sıradan kalmayacağını gören bir çocuk (Conrad) üçgenindeyiz.
    Conrad (Timothy Hutton) her gece aynı kabusla uyanıyor. Hayatını değiştiren o kaza, parça parça zihninde. Abisi Buck fırtınalı bir günde tekneleri devrildikten sonra sulara gömülüyor. Conrad tekneye tutunarak kurtulmayı başarıyor. Bu olayın ardından intihar eden ve psikiyatri kliniğinde tedavi gören Conrad hastaneden çıktıktan sonra Dr. Berger'in (Judd Hirsch) seanslarına katılarak tedavisine devam ediyor.
   "Herşey yolunda" diyor Conrad ilk seansta. "Sadece kontrolü elden bırakmak istemiyorum." Peki aslında kontrol kimde? Her akşam günlük konuşmalar arasında kendi olmaya çabalıyor, iyi olmaya...Babasının şefkati karşısında annesi o kadar kızgın ki! Anne Beth (Mary Tyler moore) ölen abinin odasındayken onu ne kadar çok sevmiş olduğunu ve kazandığı ödüllere bakarken onunla ne kadar gurur duymuş olduğunu hatırlıyor. Talihsiz ve zamansız bu ölümün tek bir sorumlusu var ona göre. Ölüm yanlış kapıyı çalmış belki de. Conrad ona bir adım gittikçe, o beş adım uzaklaşıyor. Beth'in mutlu anları da var, evden uzakta, Conrad'dan uzakta.
   Ve bir gün kontrolü ele almaya karar veren Conrad, yüzme takımını bırakıveriyor. Aynı gün seansta içinde günlerce hapsettiği hisleri dökülüveriyor. Belki de ilk defa iyi hissediyor. Filmin 2. yarısında duygularını dışa vururken nasıl zamanla yaralarının kapanmaya başladığını görüyoruz. Beth ise kontrolün el değiştirmesine öfkeli. Conrad nihayet, gerçekleri görmeyen ama doğru olanı yapmaya çalışan babasına annesinin kendine olan nefretini haykırırken birşeylerin farkına varan Calvin için hayat daha da zorlaşıyor.
   Dr. Berger annesini bir türlü affedemediğini dile getiren Conrad'a aslında affetmesi gereken kişinin annesi olmadığını söylüyor. Conrad ise korkarak geriye ittiği parçalanmış anılarından kendini neden affedemediğine dair gerçeği ayıklama çabasına giriyor. Hastanede tedavi görürken en iyi arkadaşı olan Karen'ın intiharı belki de hayatında başına gelen her kötü şeyin sorumluluğunu kendi üzerinde hisseden Conrad için bardağı taşırıyor. "Bu birisinin hatası olmalıydı, yoksa hiç anlamı olmayacaktı." diyor Dr. Berger'e. Peki neydi Conrad'ın hatası tekneye tutunup kurtulmak mı? Bu onu tutunamayan abisinin ölümünden sorumlu mu yapardı?
   Çıktıkları tatilde Calvin kafasında Beth ile ilgili ne varsa ortaya koyarken onun için herşeyin netleştiği an aslında tatilden döndüklerinde Conrad'ın kendisine sarılması üzerine Beth'in kayıtsızlığı oluyor. Oynanan bu evcilik oyununun daha fazla devam edemeyeceğini anladığında Calvin artık Beth'i sevemediğini itiraf ediyor. Calvin gerçek sevgiden yana seçimini yapıyor. Beth evi terk ederken bir daha sevgisizliğe izin vermeyeceğine dair kendine söz veriyor.
   Bütün bu yaşananların suçlusu kimdi? Aslında hiçkimse...Bazen olması gereken olur ve buna kimse engel olamaz. Önemli olan sıradan hayatlarımıza sıradışı ve tüm düzenimizi alt üst eden etkenler girdiğinde hayata karşı duruşumuzdur. Kimse kusursuz değildir ve hayat içinde barındırdığı samimi sevgiler devam ettikçe her daim yaşamaya değer olmaya devam edecektir.



JOSHUA
2007, George Ratliff

İşte bir "9 yaş trajedisi". Duygularına yenik düşen parlak bir zekanın hikayesi. Dehasının beraberinde getirdiği sıradan olamama durumu nedeniyle kendini hep içten içe yalnız hisseden ve bu yalnızlığının intikamını varlığının sorumlusu olarak gördüğü ebeveynlerinden almaya kendini adamış bir çocuk Joshua. Kendi ikilemleri arasında boğulmak üzereyken ona el uzatan ve bu durumdan onu çekip çıkaran dayısı belki de samimi duygular besleyebildiği tek kişi. Filmde yaşanan tüm olayların temelinde sadece onunla olmak yaşamını sürdürme isteğinin yattığını anlıyoruz. Zamanı geldiğinde her aile üyesi bir şekilde Joshua'nın hayatındaki rolünü kaybediyor. Normal ve mutlu bir çocuk olamamasının nedeni olan üstün zekası ve yeteneği onu bir çeşit aile terörünün içine sürüklüyor. Çocukça masumiyetini yitirmesinin tek sorumlusu herşeyin farkında olabilme, anlayabilme ve anlamlandırabilme potansiyeli olsa gerek. Onu bu denli güçlü kılan ise var olmakla verdiği mücadelenin bu kadar erken başlamış olması. Bir yetişkin zihniyle taşımaya çalıştığı çocuk ruhu, kısacık yaşamına sığdırdığı hızlı olgunlaşma durumunun derin izlerini barındırıyor. Nihayet uyguladığı başarıya ulaşmış planla belki de tek sevgi duyduğu - ki onun kimseyi gerçekten sevemeyeceğine karar verirseniz de sizi haksız bulmam- veya sevildiğini hissettiği dayısı ile başladığı yeni hayatını son sahnede çaldığı ve seslendirdiği "The Fly" şarkısıyla taçlandırıyor. Bu bir çeşit özgürlük marşı onun için. Filmde tanık olduğunuz herşeye rağmen ona çok yüklenmeyin ve onu hemen hemen yargılamayın. Yapılan her kötülük aslında ruhun sahip olduğu derin duygusal izlerin bir ürünü. Sizi siz yapan bu izlerle bir derdiniz olmaması dileğiyle...

Joshua'ya kulak verelim  :)





12 ANGRY MEN
1957, Sidney Lumet

ATOMU PARÇALAMAKTAN DAHA ZOR NE OLABİLİR Kİ?
       Yılın en sıcak gününde 12 jüri üyesi, babasını göğsünden bıçaklayarak öldüren 18 yaşındaki bir çocuğun kaderini belirlemek üzere kendilerine ayrılan odaya geçerler. Aslında konuşacak çok fazla birşey yoktur. Mahkemeye sunulan tüm deliller ve tanık ifadeleri sanığın suçlu olduğunu apaçık ortaya koymaktadır. Ama tüm bunlar, Henry Fonda’nın muhteşem performansı ile hayat verdiği 8. Jüri için yeterli değildir. Ve sanık adına verilen 11’e karşı 1 “suçsuz” oyuyla 90 dakikalık hararetli tartışma başlar.
       Bir yargısız infaz öyküsü “12 Kızgın Adam”. Dava başlamadan çok önce sanığın şalteriniindirmeye hazır beyinlerin ekilen şüphe tohumlarıyla bakış açılarının yavaş yavaş nasıl değiştiğine şahit oluyoruz. Çeşitli eğitim programlarında takım çalışması ve beraber çözüm getirme konularında görsel material olarak da kullanılan bu film, finalde kendi yoluna giden 12 farklı karakterin ortak karara gidişlerini gözler önüne seriyor. Tamamına yakını tek bir odada geçen, monolog ağırlıklı bu film, siyah-beyaz film önyargısı  taşıyan çoğu izleyiciyi için bile başından sonuna sürükler nitelikte.
       Birçok özelliği ile film meseleye odaklanmak istercesine sade çizgisini hep koruyor. Öyle ki filmed sadece 2 jürinin ismini öğrenebiliyoruz. Normalde isimleri ile akla kazınan film kahramanları bu filmed karakterleri, replikleri ve önemli sahneleri ile hafızalarımıza yerleşiyor.
      “Bir hiç olmak üzücüdür beyler, insanlar hep aranmak ister, dinlenmek ister, hayatta bir kez de olsa önemli olmak ister” diyen 9. Jürinin tanık adına konuşurken aslında kendini ifade edişi, film boyunca çözümlenen 12 farklı karakterin yaşanan bu olayda kendi yaşantılarından ve beklentilerinden bir parça bulma ve kendini tanımaya çalışma anlarından sadece bir tanesi. Bu süreç her jüri için aynı hızda ilerlemiyor. Bazıları böylesi bir drama yılın eğlencesi gözüyle bakarken, bazıları ise çoğumuzun yaptığı gibi amaçtan saparak mevcut durumu bir çeşit rekabete dönüştürmeye çalışıyor. İnsanların hata yapabilen varlıklar olduğu gerçeğini kabullenmemenin yapılacak en büyük hata olduğunu göremeyen jüri, cinayet işlenirken kullanılan bıçağın eşi benzeri olmayacağını haykırırken, masaya saplanan birebir aynı  görünümde başka bir bıçakla büyük bir şaşkınlık ve telaş içerisine giriyor.
        Çoğunluğa uyma çabası, çemberin dışında kalma korkusu ve burada kendini savunmasız hissetme duygusunun hakim olduğu düşünce örgüsünü kıran o muhteşem hamle 8. Jürinin tartışmanın ortasında kapalı oylama istemesi ile gerçekleştiriliyor. Bu noktadan sonra onu detaylara takılıp kalmakla suçlayan diğer jürilerin düşüncesinin aksine gerçeklerin detaylarda saklı olabileceği ihtimalinin sorgulanmasına son sürat devam ediliyor. Bir grup yetişkin ve oldukça kararlı insanın önyargılarını kırma çabası filmde şu sözlerle ifade ediliyor: “Olayı nereye çekerseniz çekin, önyargı gerçeği hep saklar.”
         Neye inanmak istiyorsak ona mı inanıyoruz, yoksa sorgulamak bizi yoruyor mu? Bakış açımızı değiştirmek bize nelere malolur, bunun hesabını yapmakla meşgul belki de beyinlerimiz. Oysa milyonda bir olasılığın peşine düşmek anlamsız gelse de bu vurdumduymaz ve umursamaz olmaktan daha zararlı bir tutum değil.
          Çocuk gerçekten suçlu mu asla bilemeyeceğiz ama zaten bu filmi digger      filmlerden çok farklı bir noktaya getiren özelliği de zaten bu soruya cevap vermek için çabalamaası.onun istediği belki de sadece bir de şunu düşünmeniz “ya  yargılanan siz olsaydınız?